
Hz. Hüseyin “-Hicret, Allah'a itaat etmenin mümkün olmadığı yeri terk edip mümkün olan yere gitmenin adıdır” diyordu.
Ve o gece tek tek, isim isim kendisiyle birlikte yola çıkacakları sayıyordu. Medine'nin oğulları ve kızları doğdukları şehri terk ediyordu.
“-Avcılar rahat bıraksaydı, kartallar kendi yuvalarında ölmeyi dilemezler miydi? derken tarihe utanç olarak yazılacak Kerbela'nın kokusunu alıyordu sanki İmam Hüseyin.
Yolculuğun sekizinci günüydü. Çok şiddetli bir kum fırtınasına ve hortuma tutulduklarında derinden bir “Eyvah” dediler. Panikle oraya buraya koşturmaya başladılar. Bir taraftan develerin ve atların üzerinden savrulan yüklerin üzerine uçmasın diye kaya parçaları yerleştirirken, diğer taraftan kadın ve çocukları mağaraya yetiştirmeye çalışıyorlardı. Fırtınanın şiddetle kaldırdığı kum taneleri suratlarına çarpıp bıçak gibi kesiyordu. Göz gözü görmüyor, herkes en yakınındaki sorunu halletmeye çalışıyordu. Fakat kimsenin birbirinden haberi olmuyordu. Gözlerine kum dolan yolcular develeri tepe eteklerindeki yamaçlara çekmeye uğraşırken fırtınadan ürken hayvanlar kaçmaya kalkıyordu. Bu arada hayvanların üzerindeki yükler devrilip etrafta uçuşuyordu ama elden bir şey gelmiyordu. Yükleri gözden çıkarmışlardı, düşsündü, saçılsındı fakat develer kaçmamalıydı. Develer ellerinden kaçarsa geriye kalan yolu çoluk çocuk nasıl yürürlerdi.
Bu orada Hz. Hüseyin'nin amcaoğlu Müslim'in aklına son bir tedbir geldi. Tek tek tüm develer kuyruklarından arka ayaklarına bağlanırsa kaçamazlar ve en fazla bulundukları noktada döner dururlardı. Tek tek tüm develeri bağladılar. Fırtına bitip de manzara netleştiğinde her şey dökülüp saçılmıştı ama bir düzine deveden sadece ikisinin ayağı kırılmıştı. Diğer develer ise oldukları yere çökmüş halde duruyordu.
Kerbela!
Sadece bir cinayet hikâyesi değildi.
Tabi ki anlayana! Anlamaya çalışana!
Kerbela!
Uzaklarda değildi.
Görene! Bilene! Duyana!
Her gün bir şehit haberinin geldiği Ülkemde fitne bitmemişse eğer yezitler hâlâ ölmemiştir “Babamı nereye götürüyorlar? Ne olur söyleyin götürmesinler! diyerek ağlayan yetimler varsa ülkemde Zeynel Abidin'in gözyaşı dinmemiştir. Hâlâ dizini dövüyorsa analar, Fatıma Anamın ağıdı tüm arzı inletmektedir. Ülkemde zulümler çoğalmışsa gün be gün, haddini aşanlar ise zevkinde sefasındaysa Kerbela bitmemiştir. Ve hakkı bilen insanlar -neme lazım, benden uzakta dursunlar- diyerek suça iştirak ediyorsa Kerbela'yı uzakta arama;
KERBELA BUGÜNDÜR!
Ülkemin insanını birbirine düşürmek için fitne çıkaran yezitler çöldeki kum fırtınasında şuursuzca kaçışan develer gibi kendi kendimize kırdığımız ayaklarımızı izliyorlar. Fitneler hem gönülleri, hem imanları öldürüyor. Fitne nice Hüseyin'ler öldürüyor. Fitne kan döktürüyor. Üstelik bu dökülen kanlar yıllarca, hatta yüzyıllarca unutulmuyor. Kalanlar bu davanın kinini sürerken aynı bayrak altında yaşayan insanlar –Şusun-Busun!- diye birbirlerinden uzaklaşıyor.
Düşünsene! “Sende evlat acısı, bende de kuyruk yarası varken dost olamayız” diyen bir topluluk haline geldik.
Oysa ki, -Fitne, cinayetten beterdir- diyor yüce kitap. (Bakara, 191) Fitnenin karşısında durabilmek için şehit mi olmak lazımdı? Hüseyin gibi…Fitnenin karşısında durabilmek için
Öksüz mü kalmak lazımdı? Zeynel Abidin gibi…Fitnenin karşısında durabilmek için kan içmek mi lazımdı? Kerbela gibi…
Fitnenin karşısında durabilmek için tüm kargaşalara son verip gönülleri birlemek lazımdı. Zaman birlik zamanıydı. Zaman fitnenin karşısında dimdik durmak zamanıydı. “Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın, dağılıp ayrılmayın.” (Ali İmran, 103) diyor yüce kitap. Allah'ın ipi tekti. Bir muharrem ayında, aynı bayrak altında, kardeşçe yaşamayı dilerken başka, başka Kerbela'lar yaşanmasın diyorum.
Saygılar.